İşe Fransa gözlemleriyle başlamalıyım, OECD Genel Merkezinde İnşaat Alanında Hizmet Uzmanları Toplantısına katılmak üzere 3 günlüğüne Paris’e gittik. Bizim Fransızlar çok becerikli ve yaşamasını seven ve iyi bilen insanlarmış. Onları ve diyarlarını tanıdığım için çok şanslıyım. Şimdi öve öve bitiremeyeceğim ve işe insanlarından başlıyorum.
Havaalanına indikten sonra ilk karşılaşmamız gerçekleşti. Pasaport kontrol noktasına geldiğimizde polisler dahil olmak üzere herkes güleryüzlü ve mesafeliydi. Hiçbir zorlukla karşılaşmadan gayet olumlu bir şekilde işlemlerimizi bitirip dış hatlardan çıktık ve şehire doğru hareket etmek üzere tren istasyonunun yolunu tuttuk. Bu arada istasyonu göstermeleri için durdurduğumuz herkes gayet insani bir şekilde zamanlarını ayırıp bize yolu tarif ettiler. Aynı şekilde şehire indiğimizde de insanların tavrı yardımsever ve samimiydi.
Samimi derken bir şeyin altını çizmeliyim; insanlar içten bir şekilde yardımsever fakat yılışık ve geveze değiller.
Çok iyi korudukları bir mesafede size insan olduğunuz için saygı ve sevgi duyduklarını hissettiriyorlar. Örneğin; metro çıkışlarında bulunan kapılardan çıkarken hemen hepsi arkasından gelen insana kapının çarpmaması için kapıyı tutuyor ve onun güvenli bir şekilde geçeceğinden emin olana dek kapıyı bırakmıyor. Aynı hareketi bütün çıkış kapılarında görebiliyorsunuz.
Yollarda büyük caddeler haricinde ışık bulunmuyor. Yol önceliği yayalara verilmiş. Düşünsenize karşıya doğru attığınız bir adımda arabalar ışık olmaksızın duruyor ve size yol veriyor. Siz güvenli bir şekilde karşıya geçtiğinizde ilerlemeye devam ediyorlar. Ne bir korna çalan, nede camı açıp size ağza alınmayacak cinsten küfürler savuran bir tane bile insan yok. İster istemez Fransız Milli Eğitim politikasına takılıyor aklı insanın. Bu kadar saygıyı sadece evde ve toplumda değil aynı zamanda okulda öğrenmiş olmalılar diyerek iç geçiriyoruz; bir gün bizde aynı medeniyet seviyesine ulaşırız kim bilir?
Pariste gıda ve gıda ürünleri çok pahalı hatta ateş pahasına. Bir markete girdiğinizde 3-5 tane meyve için ( 3 mandalina 2 elma vb.) 6€ civarında ödeme yapmanız gerekiyor. Burada yaşamak için gerçekten çok para kazanmak gerekli.
Otel odamız Eski Paris olarak adlandırılan bölgede idi. Bu bölge kaçıncı bölgeden başlıyor tam olarak bilemiyorum ancak biz 16. Bölgedeydik. 1 yıldızlı ve camı karşı binanının duvarına bakan basit bir oda için gecelik 85 Avro ücret ödedik. Üstelik kahvaltı da bu ücrete tabi değildi. Otelin içi rutubeti andıran bir kokuyla doluydu, antika bile olsa garip bir şekilde kokan ve yataktan başka hiç bir konfor sunmayan bu otele verdiğimiz para içimize oturdu desek yalan olmaz.
Eski Fransa, inanılmaz el işçiliği ile hazırlanmış eşsiz mimari yapısı ve inanılmaz derecede simetrik tasarlanmış şehir planı ile bizi kelimenin tam manasıyla büyüledi. Burada binalar 4 katı geçmiyor ve boylar hep aynıydı. Bazı binaların üzerinde mimarın imzası ve binanın tarihi yazılıydı. 1825 yılından kalma bir bina içerisinde tüm modern konforu sunarak insanlarını barındırmaya devam ediyordu.
Sokakların başlarındaki binalar, sokakların eğimine göre yaya yolunu işgal etmeden oval şekilde tasarlanmış ve bu ince detay sokakta yürürken bize ince bir görsel şölen veriyordu.
Kentin mimari dokusu bile Fransız ruhunu ve egosunu yeteri kadar hissetmek için yeterliydi. Yürürken gözlemleyecek o kadar fazla kabartma ve duvar süslemesi mevcuttu ki hangi tarafa bakacağımızı şaşırıyor, kendimizi sürekli incelemek zorunda hissediyorduk. Haliyle kafalarımız araba fabrikalarındaki robotların edasıyla bir o yöne bir bu yöne kıvrılıyordu.
Şunu söylemeliyim ki iki yarım güne elimizden geldiğince çok şey sığdırmaya çalışmış olsak bile Parisi gezmek ayrı bir zaman istiyor. İnsan en azından 1 haftasını planlı bir şekilde gezmek üzere ayırlmalı. ( Aslında bu bile yeterli değil, niye mi? okudukça daha iyi anlıyacaksınız :)
Toplantı akşam 7 ye doğru bittiğinde geriye o akşamımız ve birde ertesi gün öğleye kadar vaktimiz kalmıştı. Daha havaalanına yetişecektik 2 buçuk saatlik bir yolculukla… Bu yüzden öncelikle görmeden gidilmez olarak nitelendirdiğimiz Eyfel Kulesi için toplatıdan sonra yol aldık hemen. Gerçektende görmeye değer bir kuleymiş ve ben hayatımda böylesi bir meydan görmemiştim ne yalan söyliyim.
Eyfel kulesi sandığımdan çok daha büyüktü… Çok daha heybetliydi…
Adamlar her dört bacağın üzerine de asansör yapmışlar, tepeye çıkmak insanın içini gıcıklıyor olsa gerek diye hayal etmekle yetindik. Çünkü çok sıra vardı.
Fransızlar gerçekten çok yaratıcı insanlar. Çok büyük bir hayal güçleri ve çok ince bir sanat anlayışları var. Sanat Fransız dostlarımızın hayat şekli, kendilerini evlerinden tutunda, sokaklarına… metrolarından, meydanlarına kadar sanatla işlemiş, ifade etmişler… hayranlık duymamak elde değil!
Sanatla yaşamak hissiyatını hep merak eden birisi olarak Fransızların arasında dolanırken bu duyguyu birazcıkda olsa hissedebildiğimi düşünüyorum.
Tepeden tırnağa kültürel aktivitelerin ilanlarıyla dolu metro ve sokak panoları olsun, kasvetli ve barok tarzda döşenmiş kahvehaneleri ve restoranları olsun, 17/18 nci yüzyıldan kalma heybetli opera ve tiyatro binaları ve önündeki insan kuyrukları olsun bu kentin sürekli sanat atan bir kalbi olduğu ve insanların boş zamanlarını dolu dolu, dopdolu bir şekilde geçirdiğini görmek, kendi vatanımda da böylesi bir alışkanlığı yaratmak isteğiyle ateşliyordu beni.
Hiç şüphesiz Eyfel Kulesi de Fransız kalbinin bir simgesi olarak hatıralarımda kalacak.
Ertesi gün erkenden kalkarak Louvre (Lur) Müzesine gitmek üzere otelden ayrıldık. Bu müzenin bahsini çoğu kez duymuş, dünyanın en önemli sanat depolarından birisi olduğunu biliyordum ancak böylesine büyük bir alanla karşılaşabileceğimi hiç mi hiç tahmin etmiyordum. İçeriye girince ağzım düşüverdi. Nereye saldıracağımı bilemedim. Telefonumun şarjıda bitmek üzereydi ve bu yüzden pek fazla fotoğraf çekemedim.
Müze dört ayrı devasa koridordan oluşan 3 katlı bir mekandı tüm katları hakkını vererek gezmek en azından 4 gün alır diye tahminde bulunduk ve 3 saat gibi kısıtlı bir zamanda gözümüzün aldığı herşeye bakmaya çalıştık.
Beni en çok hayal kırıklığına uğratan şey, onca özenle çalışılmış ve değerli eser sadece 1 metrelik bir güvenlik ipiyle korunurken, Da Vinci’nin şu ünlü tablosu Mona Lisa’nın 7-8 metre uzaklıktan ve cam korumalar içerisinde gösterildiğiydi. O kadar uzaktan tablonun nasıl çalıışıldığını gözlemlemeyi bırakın, tabloyu doğru düzgün seçebilmek bile imkansızdı.
Ve ben yine ömrümde bu kadar değerli bir kültür mirası deposu görmemiştim…
Fransızlar için çizim sanatının, yapılmış eserlere saygı ve sevginin de ötesinde daha evrensel ve ileri görüşlü bir boyutu olduğuna inanıyorum. Çünkü bu resimleri sergilemekle kalmıyorlar, tarihin mirasını çocuklarına görsel bir şekilde anlatıyor ve istedikleri -anladıkları- şekilde bir dünya görüşünü bu resim ve heykeller aracılığıyla yayarak gelecek nesillerinin bu görüş üzerinden ilerlemesini sağlamış oluyorlar.
Aynı zamanda resim sanatında rönesans ve sonrasında elde edilen gelişmelerin ve öğrenilerin günümüz teknolojisiyle tutarlı karışımları sonucunda gelişen insanlığın hayal gücü sayesinde inanılmaz animasyonlar, filmler ve bunların yol göstericiliğinde nice yeni buluşlar ve ilerlemeler kaydedilmiş olması da Fransızların bu “tuval üzerine dökülmüş boyalar ve yontulmuş taş yığınlarına” verdiği değerin anlamsız olmadığının en önemli kanıtıdır diyerek düşünce özgürlüğüne inanmışların hayatlarınında zenginleştiğini anlamış olmaktan büyük mutluluk duydum. Çünkü onlarca söylev ve yaşam biçimi boş çıkmamıştı.
Uygarlık düşünce ve ondan yeşeren sanat ile bu noktaya gelmişti…
Nerede kalmıştık Türkiyem ?
Asıl soru şu olmalı aslında… Avrupa Birliğine ancak reformlarla hazırlanmaya çalışan, kültüre yabancı, değişime kapalı, insanlarını sevgi ile büyütmeye yanaşmayan, kendi insanlarını sınıflarla birbirine kışkırtan ve ayıran, eğitim politikaları anlamaktan çok ezberlemeye dayalı güdülen yada asi evlatlar yetiştiren bir ülke olmanın önüne bu saatten sonra nasıl geçebiliriz?
Leave a Reply